ÖĞÜT ALMAK İSTEYENE KUR'AN YETER!

17 Ağustos 2025 Pazar

Emperyalizm ve Edebiyat



Emperyalizm, kabaca ve kısaca bir ülkenin siyasi, ekonomik veya kültürel olarak başka bir ülke üzerinde egemenlik kurma çabası ve bu çaba ile şekillenen çokça emperyal nitelikli bir sömürme sürecidir. Bu kavram, sadece askeri fetihlerle, sınır ötesi kazanımlar için girişilen pragmatik nitelikli ele geçirmeler ve kolonyal girişimlerle sınırlı kalmaz; aynı zamanda sosyolojik ve kültürel anlamda da genel olarak akademik egemenlik ve özel biçimde de edebiyat, sanat ve medya aracılığıyla da kendini gösterir. Bununla birlikte salt kültürel bağlamda ele alındığında edebiyatın iki uçlu bir biçimde emperyalizmin hem bir aracı hem de ona karşı bir direniş biçimi oluşturabileceği de unutulmamalıdır. 

Bundan dolayı da bu makalede, emperyalizmin edebiyat üzerindeki etkilerini, bu iki anlamda olmak üzere, bir yandan edebi eserlerde emperyalizmin temsillerini kısaca ele alırken diğer yandan da  sömürgecilik karşıtı, yer yer yerli, milli ve bazen de politik anlamda devrimci sayılabilecek özgürlükçü ve giderek evrensel yazın geleneğini de özet olarak inceleyeceğiz.

Siyasal düşünceler tarihi içerisinde modern anlamda en özet ve açıklayıcı ifadesini İtalyan sosyalist düşünür Antonio Gramsci’nin kavramlaştırdığı “kültürel hegemonya” teorisine göre, güçlü uluslar hakimiyetlerini yalnızca askeri ve ekonomik yollarla değil, aynı zamanda kültürel araçlarla da pekiştirerek kurarlar. Bu bakımdan genel sanat teorisi bağlamında sanatın hemen bütün dallarında olduğu gibi özellikle yazının ve yazınsal üretimin toplamı niteliğindeki edebiyatın, emperyalist düşüncenin yayılması, yerel ve genel eksenlerde dal budak salması ve giderek meşrulaştırılmasında önemli bir rol oynadığının altını çizmek gerekmektedir.  

Nitekim, özellikle 18. Yüzyılın son çeyreği ile, 19. ve 20. yüzyıllarda çılgın bir ahtapot gibi bütün dünyayı sarmaya başlayan ilkin kapitalizm, sonradan emperyal kapitalizm ve giderek vahşi kapitalizm dizgesinin önce Avrupa’ya sonra büyün dünyaya egemen oluşunda Fransız varoluşçu ve edebiyatçı Simone Weil’in deyimiyle diyecek olursak – ilkin avrupanın kolektif hafızasını yok ederek bütün olarak Batı’nın, sonra da bütün dünyanın Amerikanlaşmasına yol açan bu hegemonik gelişmede Batı edebiyatının sömürgecilik ideolojisini destekleyen eserler ürettiği gerçeğini de dikkate aldığımızda her iki uçtan da gözlemlenecek biçimde edebiyat ve emperyalizm ilişkisini daha açık biçimlerde görebilmek mümkün olacaktır.

Batı edebiyatında, özellikle erken modern dönem İngiliz ve Fransız romanlarında, emperyalist anlatıların hâkim olduğu görülür. Örneğin: Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” (Heart of Darkness) adlı romanı, bir yandan Afrika’daki sömürgeciliği anlatırken diğer yandan da bu sömürgeci kafanın içsel hallerine yönelik taş gibi ağır bir eleştiriyi ortaya koymakla beraber, ister istemez Batı’nın üstünlüğü fikrini de tartışmalı bir şekilde işler. Benzer biçimde, meşhur 1984 adlı distopik anlatının yazarı İngiliz romancı George Orwell’in yazılışından uzun zaman sonra Amerika’da yayınlanabilen “Burma Günleri” (Burmese Days) adlı romanı da bu anlamda çok değerli bir eleştiriyi de barındırsa da, son tahlilde beyaz adamın – İngiliz efendinin – hizmetçi yerlilerin çokça ifade edildiği bir roman olarak dikkat çekicidir.

Özet olarak şunu ifade etmek gerekmektedir; bu tür eserler, bütün psikanalitik içerikleri bir yana, bir biçimde de emperyalist ideolojiyi pekiştirerek sömürgeleştirilen toplumların kültürel ve entelektüel olarak geri kalmış olduğu düşüncesini ister istemez yaymışlardır. 

Bununla birlikte, bu her geçen gün dal budak salarak yaygınlaşan Emperyalist anlatıya karşı, bir yandan engel olunamayan bir yerli- özgün yeteneğin ivmelendirmesiyle ve bir yandan da artık gına getiren bütün aptallaştırıcı ve kanıksanmış içeriğiyle büyük ölçüde de bir bıkkınlık uyandıran bu edebiyata karşı, sömürgeleştirilen halklar da kendi edebi gelenekleriyle yanıt vermişlerdir. 20. yüzyılda, özellikle sömürge edebiyatından yola çıkarak kendi özgün biçimlerini sorgulamaya başlayan yerli halklar giderek bir postkolonyal edebiyat kuşağı oluşturarak emperyalizme karşı bir yazınsal - edebi direniş alanı oluşturabilmişlerdir.

Bu biçimiyle Postkolonyal edebiyat, sömürgecilik sonrası toplumların kimlik, tarih ve kültür mücadelesini konu almaya başlamış, ilkin bir yerlilik bilinciyle az çok bir şekil kazanmaya başlamış ve yaşanan bu yeni gelişim izleğinde de gelişen edebiyat, bir yandan özgün yerel-yerli- içkin insan ve toplum gerçekliğine yönelirken diğer yandan da bütün dünyada olduğu gibi, emperyalizmin kendi topraklarında yarattığı tahribattan yola çıkarak, evrensel bir eleştiri alanı kurarak, alternatif bir bakış açısı sunmaya başlamışlardır. 

Bu anlamda öne çıkan birçok yazınsal üründen söz etmek mümkün olsa da; özellikle günümüz dünya edebiyatını postkolonyal halden de çıkararak bütünüyle özgün bir karaktere ulaştıran önemli yazarlar ve eserleri şöyle sıralamak mümkün olacaktır.

• Chinua Achebe – Nijeryalı şair, romancı Chinua Achebe, özellikle “Parçalanma” (Things Fall Apart) adlı bu romanında İngiliz sömürgeciliğinin Afrika toplulukları üzerindeki etkisini anlatmakla, daha önce bu etkiyi sadece batılı gözüyle anlatan benzer türlerin de nasıl bir ahlak ve vicdan ekseninde şekillendiğini göstermiştir. 

• Frantz Fanon – Cezayir’li büyük direnişçi, fikir adamı, sanatçı Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” (The Wretched of the Earth) adlı büyük eseri bugün için dahi, sömürgeciliğin psikolojik ve toplumsal etkilerini analiz edecek nitelikte bir başyapıt olarak şekillenmiştir.

• Ngũgĩ wa Thiong'o : “Zihni Sömürgeden Azad” (Decolonising the Mind) adlı kitabıyla öncelikle Afrika’da ve sonrada tüm dünyada bir dikkat alanı açan Kenyalı yazar Thiong’o, ise; emperyalizmin dil ve kültür üzerindeki etkilerini ele alarak, yerli dillerin önemini vurgulamıştır. 

Nitekim başat örneklerini vermeye çalıştığımız bu eserler, sömürgeleştirilmiş halkların sesi olarak emperyalizme meydan okumuş ve alternatif tarih anlatıları oluşturmuşlardır.

Yaklaşık 20 yıldan bu yana, ciddi biçimlerde tartışılmaya bile başlanan küresel edebiyat tartışmalarının odağında yer alan ‘Dünya Edebiyat Cumhuriyeti’ – ‘Dünya Edebiyatın Başkenti’ gibi bir yandan kanıksanmış biçimde bir ezber niteliğindeki Paris, Berlin, Londra, New York gibi emperyal edebiyat başkentleri tartışmaları, bir yandan da giderek gelişen ve batı edebiyatına bir garip aşı olarak eklemlenen Afro-Amerikan edebiyatına dair gelişmelerin yaşandığı günümüzde şu gerçek açıkça ortaya çıkmıştır ; Edebiyat sadece temalar ve anlatılar yoluyla değil, aynı zamanda dil aracılığıyla da emperyalizmin etkisini taşımış ve hiçte hak etmediği biçimlerde, salt sömürge yoluyla ele geçen bir üstünlük yoluyla, şimdilerde sömürge sonrası dönemi yaşayan bir zamanların sömürge ülkelerinde, İngilizce, Fransızca veya İspanyolca gibi diller, yerel dillerin yerine geçerek aslında hiçte istenmeyen bir ‘FrancaLingua’ – Evrensel dil – oluşturmak yoluyla da hemen her yerde yerli halkların kültürel bağımlılığını pekiştirmişlerdir.

Böylelikle de emperyalist güçler ve bu güçle hareket etmeyi bir hak kabul eden emperyalist devletler, kendi dillerini baskın hale getirerek sömürge halklarının kültürel ve düşünsel dünyalarını da uzun zaman özgünleşemeyecek ölçüde şekillendirmişlerdir.

Örneğin:

• Günümüzde halen etkisini sürdüren Hindistan’da İngilizce eğitim sistemi, Batı kültürünün baskın hale gelmesine neden olmuştur. Hakeza bir dönem başta Mısır olmak üzere, Ortadoğu ülkelerini sömüren İngiliz eğitim sisteminin bahse konu ülkelerde halen etkisini sürdürdüğü ve bundan öte biçimde uzun yıllar boyunca bu ülkelere has özgün ve yerli düşünme biçimlerini de etkiledikleri bilinmektedir.

• Benzer ve hatta daha ağır bir etki biçimiyle, Afrika ülkelerinde Fransızca ve İngilizce, yerel dillerin kullanımını azaltarak kimlik kaybına yol açmıştır. Nitekim ancak 20. Yüzyılı sonu itibariyle bu ülkelerde bazı yazarlar, emperyalizmin dil üzerindeki bu etkisine karşı, kendi anadillerinde yazmayı tercih ederek direniş gösterebilmişlerdir.

Nitekim bütün bu açıklama izleğinde de görüleceği üzere; Edebiyat, emperyalizmin hem bir aracı hem de ona karşı bir direniş alanı olarak işlev görmüştür. Batı edebiyatı, sömürgecilik ideolojisini destekleyen eserler üretirken, sömürgeleştirilen halklar da kendi anlatılarını oluşturarak emperyalizme meydan okumuşlardır. Postkolonyal yazarlar, emperyalist anlatıları sorgulayarak, tarih ve kimlik üzerinde yeniden söz sahibi olmuştur. 

Günümüzde de edebiyat, emperyalizmin farklı biçimlerine karşı bir mücadele alanı olmaya devam etmektedir. Bu bağlamda, görüleceği üzere; emperyalizm ve edebiyat arasındaki ilişkiyi anlamak, sadece tarihsel bir mesele değil, aynı zamanda günümüz dünyasını ve küresel kültürel dinamikleri kavramak açısından da kritik bir öneme sahiptir.

Edebiyatın emperyalizmle ilişkisini daha iyi anlayabilmek için, özellikle Ray Livingston’un  geleneksel edebiyat teorisinden ve daha özelde Harold Bloom’un “Batı Kanonu” adlı kitabıyla, büyük filolog, eleştirmen Erich Auerbach’ın çoğunlukla İstanbul’da yazmış olduğu başyapıtı “Mimesis” adlı kitabı gibi kitaplarından da okuyabileceğimiz üzere; yazılmış olan bir yazının, türü ne olursa olsun, sadece o türde yazılmış bir şey, bir ürün, bir nesne olmaktan öte, bir kültür ürünü, bir kültür taşıyıcısı ve dahası bir kültür olumlayıcısı ya da eleştiricisi olduğunu görebiliriz. Nitekim; Bir romanı elinize aldığınızda, onun sadece bir hikâye olmadığını hiç düşündünüz mü? şeklinde bir soru bile sorabilir, elimizdeki romanın bir ülkenin, bir dönemin, bir ideolojinin sesi olabileceğini de hatırlatabiliriz. 

 Nitekim bu haliyle düşündüğümüzde, aslında, emperyalizmin yalnızca toprak işgaliyle sınırlı olmadığını, kelimelerle de bir zihin işgali gerçekleştirdiğini fark edebilir, bunlardan mülhem sorular sorabilir, bu sorularla zihnimizi meşgul edebiliriz.

Çocukken okuduğumuz hikâyelerde hep güçlü, akıllı, medeni “beyaz adam” olmuştur mesela, bir adaya ya da bir ormana düşen, kaybolan, bir İngiliz kaşif… Yerliler tarafından bulunurdu bu adam ve ona taparcasına hizmet edilirdi. Bir Robinson vardı bu anlatıda, ve bir de Cuma…Efendi Robinson ile cahil, kaba saba, korkak ve tedirgin, ama aynı ölçüde de kurnaz ve faydacı Cuma, bize neyi anlatıyordu acaba?!  Onca bizi sarıp sarmalayan, acemi bir merak içinde satır satır koşturan bu kurgu ile ne anlatılmak isteniyordu?

Bu böyleydi; evet.. Bir Efendi Robinson vardı ve bir de Cuma. Ama işin öteki yüzü bambaşkaydı. Zira bunun tam tersine biçimde yazan Chinua Achebe’nin “Parçalanma” adlı romanı ise bize bambaşka bir şeyi anlatıyordu. Tıpkı bir zamanlar kendi kültürünü ve medeniyetini göklere çıkaran Rudyard Kipling gibi; 

Yüklen Beyaz Adam’ın yükünü
Gönder en nitelikli çocuklarını
Tutsak ettiklerine yarasınlar diye
Sürgün et oğullarını
Ağır koşumlar içinde
Yabanilere göz kulak olsunlar
Yarı şeytan yarı çocuktur bunlar
Yeni enselediğiniz somurtkan halklar.

diye aşağılamayı kendinde bir hak gibi gördüğüne benzer biçimde kangrenleşen bir edebiyatın hep var olduğunu görüveririz. Bu anlamda dahası, Auerbach’ın söylediği gibi; bütün batı edebiyatının kökenine sirayet etmiş haldeki, bir kökün, bir geleneğin, bir kadim bilginin, bir batılı Mimesis’in bir garip Yunani, Helenistik, Hıristiyan ve Romalı duruşun atıp durduğunu gördüğümüz gibi kendini uygar sayan ve tutsak ettikleri halklardan da söz ederek onlara göz kulak olmakla vazifeli bir emperyal bakışın farkına varırız.

Oysa Achebe’nin yazdığı gibi; onların insan yerine koymadıkları yarı şeytan, yarı çocuk saydıkları ve sürekli biçimde somurtkan varlıklar olarak aşağıladıkları yerlilerin de dünyaları, inançları, düzenleri olduğunu görmemiz mümkün olmuştu. Bir acı geç kalmış fark ediş olmuştu bizler için, ardı sıra koşturup okuduğumuz onca uydurmanın ve anlatılanların aslında sadece bir bakış açısı olduğunu ve bu açının kendi zehrini kendi içinde taşıdığını görmüş ve tıpkı sevgili Sartre gibi; “Avrupa ağzından insan sözcüğünü düşürmemiş; fakat bir yandan da rastladığı her yerde; kendi sokaklarının her köşesinde, Dünya’nın her yerinde insanı katletmiştir.” deyişiyle de neyin ne ve nasıl olduğunu anlayıvermiştik…

Değil mi ki; bu haliyle salt bir okuma olsun diye, bir halkın kültürüne, tarihine dair her şeyin "geri kalmış" olarak gösterildiği hikâyeleri okumakla bir süre sonra gerçekliği de öyle algılamaya başlamamış mıydık? 

Emperyalist ülkelerin yedeğinde, bu şekilde olagelen edebiyat; son tahlilde, dillerin, şarkıların, masalların değersizleştirilmesiyle aşağılayarak, en büyük emperyalist bir amaca yönelmemiş miydi?

Lakin öğrenmekte başka bir şeydi işte; Achebe gibi; okumakla ve bakmaktan çok görmekle ilişkili bir geniş boyutta yazının, sözün, anlatının, edebiyatın sadece bir boyunduruk aracı olmadığını, aynı zamanda direnişin de sesi, halkın kendi hikâyelerini anlatmaya başlamasıyla, tıpkı Marguez gibi, Yüzyıllık bir Yalnızlığının nasılda içlere işleyen bir anlatıya dönüşebildiği ve böylece emperyalizmin  çatırdamaya başladığını anlayabiliyorduk…

Fanon’un, Thiong`o’nun, Sartre’ın sayfalarında, özgürlüğün kelimelere dökülüşünü görmekte işte böylece mümkün olabilmişti. Bir ipliğin ucu pazara çıkmış ve nihayet tam da çökemeye başladığı yerde kendini kurtarmak üzere batı edebiyatının yeni bir kol ile onların dilini olanlardan daha güzel kullanan ve yazan Afro-Amerikan edebiyat ile baş başa kaldığını da görebilmiştik. 

Denilmeli ki; nitekim, edebiyatın bir silah gibi kullanılabileceğini de bilerek okumak gerek, hikâyelerin sadece eğlencelik şeyler olmadığını, kimimizin zihnini esir alan, kimimizin ise özgürlüğe açılan kapısı olduğunu unutmadan, seçerek, bilerek okumak gerek…

OKUMA LİSTESİ:

1. Achebe, Chinua. “Parçalanma” İthaki Yayınları , 2019.
2. Fanon, Frantz. “Yeryüzünün Lanetlileri” Versus Kitap, 2018.
3. Ngũgĩ wa Thiong'o. “Zihni Sömürgeden Azad” Hece Yayınları, 2017.
4. Conrad, Joseph. “Karanlığın Yüreği” İletişim Yayınları, 2020.
5. Gramsci, Antonio. “Hapishane Defterleri” Belge Yayınları, 2014.
6. Said, Edward. “Oryantalizm” İrfan Yayınevi, 1998.
7. Spivak, Gayatri Chakravorty. “Madun Konuşabilir mi” Dipnot Yayınları, 2023.
8. Thiong'o, Ngũgĩ wa. “Bir Buğday Tanesi” Ayrıntı Yayınları, 2014.
9. Auerbach, Erich. “Mimesis” İthaki Yayınları, 2019.
10. Bloom, Harold. “Batı Kanonu” İthaki Yayınları, 2018.
11. Orwell, George. “Burma Günleri” Can Yayınları, 2019.